Karar
Bisikletim geldi aklıma bugün. Çocukluğumda babamın aldığı metalik renkte harika bir bisikletti. Ona ilk bindiğimde yaşadığım mutluluk paha biçilemezdi. Ben öyle sokaklarda top oynayan, oyundan eve dönmeyen bir çocuk değildim. Ancak bisikletimle çok anım vardır. Mahalle mahalle gezip yokuş aşağı hız yapardım. Yolu dik yokuşlarla kesişen çocuklar genelde bisikletten inip yokuş yukarı taşır bisikletini, yol düzlenince tekrar bisikletine binip devam eder. Ancak ben saçma bir takıntıyla bunu acizlik olarak görüp istisna bir durum olmadığı sürece yokuş yukarı bile var gücümle pedallara asılır asla bisikletten inmezdim. Vites düşürmek bile hile gibi gelirdi bana.
Şimdi hayatta karşılaştığım dik yokuşlara baktığımda değil vites düşürmek, yokuşu tırmanmak bile zor geliyor. Uzun uzun dalar oldum yokuşlara, bakıp bakıp iç çekiyorum. Çocukluk heyecanıyla yaşamda biraz hızlansam ya kaza olduğundan ya da bir kaza olacak korkusuyla asılıyorum frenlere. Lastiklerimin havası sönmüş, tekerleklerim aşınmış.
Dün telefonda konuştum babamla, "yolun açık oğlum, biz ailecek arkandayız. Tam gaz devam et" dedi. Yorulduğumu söylediğimde biraz duraksayıp sen yorulmazsın ki dedi. Babam elli yaşlarında son derece sağlıklı bir adamdır. Hala güreşiriz, o çabuk yorulduğundan ilk 3-4 dakikada bir şekilde beni yakalayıp sırt üstü getirmeye oynar. Eğer yakalarsa şansım pek yok ama yakalayamazsa kaybedeceğini çok iyi bilir nefes nefese kalsa da güreşi bırakmaz. Şu yedi tepeli şehirde üç yıldır yaşıyorum. Üç senede ne kadar kötülük görebilirse insan, gördüm. Davutpaşa'nın dik yokuşlarına da tırmandım, yaz sıcağında Mecidiyeköy yokuşlarında da dolaştım. Yirmili yaşlarımdayım ama elli yaşında adamdan daha fazla değil yaşama sevincim. Hızlı şehir hızlı tüketiyormuş insanı.
Bu yaşlarda kararları hızlı değişiyor insanın biliyorum ama yine de karar almak ve arkasında durmak konusunda iyiyimdir. Seneye mezun oluyorum dostlar ve ardından İstanbul'u terk etmeye karar verdim. Kaldırımlarında bile ot biten bir şehirde büyüyüp, her tarafı beton olan bir yerde yaşamak zor geliyor. Selamsız ve suratsız insanlarla dolu sıkışık bir yerde yaşamak yaşam enerjimi emdi.
Sakaryaspor'un playoff maçı Başakşehir'deki Atatürk Olimpiyat Stadında oynandı bu yıl. Maça giderken daha İkitelli metro istasyonuna gelmeden her taraf yeşil-siyah formalı sakaryalılarla doluydu. Metroya bindim, üzerimde forma ya da atkı falan yok. Yani sakaryalı olduğumu anlamaları imkansız ancak bir taraftar oturduğu yerden doğrulup "gel kardeş otur ayakta kalma, sıkışırız" dedi. Nerelisin falan diye muhabbete başlar olduk. Uzun zamandır gidemediğim memleketim benim ayağıma gelmişti. Samimiyet kokuyordu metro, yeşil-siyah. Yaşadığım hazzın tarifi yok.
Başka bir kafa mümkün dostlar. Çoğu bitti azı kaldı. Belki memleketimin mesleğim açısından yetersiz olmasından dolayı Sakarya'ya dönemem ancak daha sıcak ve yeşil bir şehir, daha samimi ve içten kalplere gideceğim. Dik yokuşlara bakıp bakıp iç çekmekten sıkıldım, pedallara asılma zamanı. Çıkarttım hüznün gömleğini üzerimden, odam yeşil çay kokuyor.
Ve neredeyse her konuda bana fikir veren Orhan Veli'nin de dediği gibi;
Arzular başka şey,
Hatıralar başka.
Güneşi görmeyen şehirde,
Söyle, nasıl yaşanır?
Şimdi hayatta karşılaştığım dik yokuşlara baktığımda değil vites düşürmek, yokuşu tırmanmak bile zor geliyor. Uzun uzun dalar oldum yokuşlara, bakıp bakıp iç çekiyorum. Çocukluk heyecanıyla yaşamda biraz hızlansam ya kaza olduğundan ya da bir kaza olacak korkusuyla asılıyorum frenlere. Lastiklerimin havası sönmüş, tekerleklerim aşınmış.
Dün telefonda konuştum babamla, "yolun açık oğlum, biz ailecek arkandayız. Tam gaz devam et" dedi. Yorulduğumu söylediğimde biraz duraksayıp sen yorulmazsın ki dedi. Babam elli yaşlarında son derece sağlıklı bir adamdır. Hala güreşiriz, o çabuk yorulduğundan ilk 3-4 dakikada bir şekilde beni yakalayıp sırt üstü getirmeye oynar. Eğer yakalarsa şansım pek yok ama yakalayamazsa kaybedeceğini çok iyi bilir nefes nefese kalsa da güreşi bırakmaz. Şu yedi tepeli şehirde üç yıldır yaşıyorum. Üç senede ne kadar kötülük görebilirse insan, gördüm. Davutpaşa'nın dik yokuşlarına da tırmandım, yaz sıcağında Mecidiyeköy yokuşlarında da dolaştım. Yirmili yaşlarımdayım ama elli yaşında adamdan daha fazla değil yaşama sevincim. Hızlı şehir hızlı tüketiyormuş insanı.
Bu yaşlarda kararları hızlı değişiyor insanın biliyorum ama yine de karar almak ve arkasında durmak konusunda iyiyimdir. Seneye mezun oluyorum dostlar ve ardından İstanbul'u terk etmeye karar verdim. Kaldırımlarında bile ot biten bir şehirde büyüyüp, her tarafı beton olan bir yerde yaşamak zor geliyor. Selamsız ve suratsız insanlarla dolu sıkışık bir yerde yaşamak yaşam enerjimi emdi.
Sakaryaspor'un playoff maçı Başakşehir'deki Atatürk Olimpiyat Stadında oynandı bu yıl. Maça giderken daha İkitelli metro istasyonuna gelmeden her taraf yeşil-siyah formalı sakaryalılarla doluydu. Metroya bindim, üzerimde forma ya da atkı falan yok. Yani sakaryalı olduğumu anlamaları imkansız ancak bir taraftar oturduğu yerden doğrulup "gel kardeş otur ayakta kalma, sıkışırız" dedi. Nerelisin falan diye muhabbete başlar olduk. Uzun zamandır gidemediğim memleketim benim ayağıma gelmişti. Samimiyet kokuyordu metro, yeşil-siyah. Yaşadığım hazzın tarifi yok.
Başka bir kafa mümkün dostlar. Çoğu bitti azı kaldı. Belki memleketimin mesleğim açısından yetersiz olmasından dolayı Sakarya'ya dönemem ancak daha sıcak ve yeşil bir şehir, daha samimi ve içten kalplere gideceğim. Dik yokuşlara bakıp bakıp iç çekmekten sıkıldım, pedallara asılma zamanı. Çıkarttım hüznün gömleğini üzerimden, odam yeşil çay kokuyor.
Ve neredeyse her konuda bana fikir veren Orhan Veli'nin de dediği gibi;
Arzular başka şey,
Hatıralar başka.
Güneşi görmeyen şehirde,
Söyle, nasıl yaşanır?