Yaşamaya mahkumuz
Acaba dünya üzerinde sevdiği işi yapan kaç kişi vardır? Hiç düşündünüz mü?
Bir öğle vakti okuldan dönerken bir alt geçitte yürüyordum, alt geçidin ışıkları yalnızca geceleri yandığından yalnızca içeriye süzülen loş bir ışık vardı. Karşımdan çöpçü olduğunu düşündüğüm biri geliyordu, anlamıştım çünkü fosforlu giysisi üzerine gelen loş ışığı güçlü bir şekilde yansıtıyordu, şerit şerit parlıyordu adam. Biraz yaklaştıktan sonra üniformasına baktım ve bir taşeron işçisi olduğunu anladım. Badem bıyıklarının altındaki ağzı mutsuzluğunu belli eder şekilde kıvrılmış gözlerinin altı morarmıştı. Gözlemlediğim bu durum beni oldukça düşündürdü.
Kim bir çöpçü olmak ister? Yazının başında "kaç kişi sevdiği işi yapıyordur?" diye sormuştum ancak asıl niyetim sevilmeden yapılan "yapılabilir" işleri konuşmanın aksine sevilmeden yapılan ve cidden dünya üzerinde yaşayan çoğu insanın yapmak isteyeceği işler sıralamasında listenin sonunda konumlanacak işlerden bahsetmek istiyorum.
Kimler yapıyor bu kimsenin yapmak istemediği işleri? Üniversitelerde neden çöpçülük bölümü yok? Doğduğu gün itibariyle iyi yaşam şansını kaybedebilir mi bir insan? Ya da bizler, bu mutsuz ve yaşamak için kimsenin yapmak istemediği işleri yapmak zorunda olan insanların sayesinde daha yaşanabilir bir hayata sahip olduğumuzun ne kadar farkındayız?
Dünyanın adaletsiz bir yer olduğunu herkes bilir, hayata bir kez geleceğimizi de öyle. Günümüzde pek çok çocuk ekonomik nedenler ve sınıfsal hiyerarşiden dolayı iyi eğitim alamıyor ve dolayısıyla iyi bir meslek sahibi olamıyor. Pek çok insan ekonomik nedenlerle çocukluğunun ve gençliğinin en güzel yıllarını kazanım elde edemeden ve kendilerini geliştiremeden geçirdiğinden, hayatlarının yetişkinlik dönemine geldiklerinde vasıfsız bir kas kütlesinden ibaret oluyor. Oturdukları semtler (özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde sınıflı toplum yapısı semtler arasında ki farklılıklardan hemen anlaşılabilir) arkadaş ve sosyal çevreleriyle olan bağlarıyla birebir ilişkili olduğundan küçücük dünyaları içinde yaşayan ve hakim sınıflarca son derece değersiz görülen insan yığınlarından ibaret oluyorlar. Yaşam tek atımlıktır ve bu insanlar sevmedikleri ve saygı görmedikleri bir işi yapıp çok az ücretlere çalışmak zorundalar. Hayatın acımasızlığı karşısında birçoğu öfkelenmek yerine "kadermiş" diyor üstelik. Kendisinden kepçe kepçe götüren sistem ağzına bir parmak bal çaldığında "yarabbi şükür" diyor. Diyecek pek bir şey yok.
Konuyu sınıfsal veya ekonomik olarak değil de başka bir perspektiften de değerlendirmek istiyorum. Bu hayatta birileri maden kazmak zorunda, sokaklarda ki çöpleri toplamak zorunda, kanalizasyon tıkanıklığını açmak zorunda. Biri yapmazsa bir başkası bu işleri yapmalı ki hayat akışı devam edebilsin. Kaybetmişlik midir bir insanın hayat çizgisini kanalizasyonlara taşıyan? Nasıl bir kaybetmişlik insanı yerin metrelerce altında kazma sallamaya zorlar? Kaybedilen şeyin hayat olduğunu bile bile aslında ölü gibi yaşamak hayata karşı nasıl bir umuttur? Bu meslekleri yapan insanlar çocuklarının büyüyüp okuyup kendilerini ve ailelerini kurtaracağını düşünürken bir yandan şükretmesine inanılmaz bir şaşkınlıkla bakıyorum (elbette vardır bunu başaran ancak gerçekten küçük bir azınlık olduğunu düşünüyorum). Genlerimizden gelen yaşamaya olan deli bağlılık ve adaptasyon bu kadar güçlü olmasa insan soyu intihardan tükenirdi diye düşünüyorum.
Nazım Hikmet Yaşamaya Dair şiiri
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...
Yaşamın ve yaşamanın kutsanmasını insan eliyle yapılmış her eserde görmek mümkün, genlerimizde görmek mümkün, ancak acı çekiyoruz. Hayata ve yaşadıklarımıza karşı gelişen adaptasyon gücümüz gözümüzü ve bilincimizi maskeliyor. Sokaklarda ayakları çıplak para dilenen çocukları görmezden gelebiliyoruz mesela, savaş ve ölüm haberlerini dinledikten 5 dakika sonra unutabiliyoruz.
"Ne yapabilirim ki tek başıma dünyayı mı kurtarayım?" diyebilirsiniz, son derece haklısınız. Ben de bunu söylemek istiyorum zaten, tarihsel diyalektiğe baktığımızda toplum farkındalıklarının gelişimi oldukça uzun zamanlar alır, bir insan ömrünün asla yetemeyeceği bu toplumsal sıçrayışları çok az şanslı nesil gördüğünden bir çoğumuz aslında acı çektiğimizin farkında olarak ya da olmayarak yaşamaya mahkumuz. "Yaşadım" diyebilmen için.